varoluşculuk

  • "varlık özden önce gelir" mottosuyla ıı. Dünya savaşından sonra fransa'da patlamış felsefi bir akımdır. Bu akımın yakınçağ temsilcileri ve aynı zamanda büyük düşünürleri olarak jean-paul sartre ve albert camus gönül rahatlığıyla gösterilebilir. Bu felsefeye göre madde yada canlının özü dış etmenlerle ve seçimlerle oluşur. Ayrıntılı bilgi için bol bol albert camus ve jean-paul sartre okuyunuz.
  • existensialism olarak da bilinen varoluşçuluk, esasında ii. dünya savaşından yaklaşık bir yüzyıl öncesine dayanan bir felsefe akımıdır. bu akımın ilk temsilcisi kierkegaard'dan camus'a, ilk tanımı yapan ve bu kavramı felsefe literatürüne sokan sartre'dan nietzsche'ye kadar dönemin değme filozofları farklı fikirler öne sürmüş olsalar da ana fikir 18. yüzyıl ortalarına kadar hüküm sürmüş baskın sistematik felsefeye karşı bir tepki olarak felsefi düşüncenin salt düşünen özne ile değil duyumsayan, yaşayan bir birey olarak insan öznesi ile başladığı inancını paylaşan bir grup filozofun öne koyduğu akımdır. varoluşçuluğun kilit noktalarından olan otantisite ve otantik yaşama misyonu dinler ile değil bireylerin kendileri tarafından gerçekleştirilebilir. teist filozoflar hegel ve kant'ın aksine varoluşçu filozoflar münferit bir bakış açısına sahiptir.
  • Pozitivist mekanik görüşün dünyaya hakim olduğu uzun bir donemin sonunda 2 tane dünya savaşı gerçekleşmiştir. Ölümler, yıkımlar, felaketler, kan, dehşet...
    İnsan uzun yıllar bir makinenin dişlisi gibi mekanik bir görüş çerçevesinde yorumlanmış, onun hisleri, duyumsayislari göz ardı edilmiştir. Varoluşçuluk dini olmayan ama yine de mistik yapıdaki bir kaygıyla insana yönelmiş bir akımdır. İnsan hisseden, gören, duyan, yorumlayan bir varlıktır. Salt biyolojik bir varlık değildir. Ona sadece biyolojik ihtiyaçlarını giderdiği zaman mutlu olan bir varlıkmis gibi davranmak, onun özünün bu olduğunu iddia etmektir. Varoluşunun önüne bir öz belirlemektir. Fakat insan bunlara yaşamını idame ettirebilmek adına azami düzeyde ihtiyaç duysa da varoluşu başka şeylere de ihtiyaç duymasına sebep olur. En önemlisi hissetmektir bence. Zevki ve acıyı. Ya da her neyi en gerçek hissediyorsa. Belki de nefreti ya da aşkı.
  • Roman veya sinemadan ziyade, sanıyorum en çok şiir aracılığıyla temas etmenin mümkün olduğu felsefi akımdır. En azından bana öyle geliyor.
    Bir de bu varoluşçulukta tekrar diye bir takıntı var. Tekrar eden şeyler. Sürekli birbiri içine girmiş şekilde sürüp giden amaç ve araç kavramlarının yer değiştirmeleri. En çok da puslu havalarda aklına düşüyor insanin. Bu konu benim kafami çok karıştırıyor. Ya varoluşçuluğu yanlış anlıyorum ya da hiç anlamıyorum.
  • (bkz: düşündümde) insanlar (bkz: varoluşçuluk) 'tan (bkz: hazcılık)'a benzediği için korkuyorlar sanırım.

    Arasında çok fark var efendim. Hazcılıkta sorumluluk alma diye bir şey yoktur mesela. Ama varoluşçu kimse kendi özgürlüğünün sorumluluklarına razıdır.

    Hazcılık yaptığı eylemin neden/sonuçlarını sorgulamaz. Ama varoluşçu zaten yaptığı eyleme tatmin edici bir anlam yüklediği için varoluşçudur.

    Hazcılık ne soru sorar ne yanıt arar. Tek gayesi kendine acılarını unutturmak ve bitmek bilmeyen bir mutluluğu yaşamaktır. Ancak varoluşçu bazen acıdan bile derin anlamlar çıkarabilir. Acıdan kaçmaz ve hatta onu bile hissederek yaşamak ister.

    Varoluşçuluk manyak bişeydir ya sonuna kadar varoluşçuyum. Bu kimliğimle gurur duyuyorum.

    (bkz: eksiztansiyalizm)
  • Not: İnternetten toplananlar ışığından doğaçlamamsı yazılmıştır.
    Varoluşçuluk, yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıkmış olan felsefi bir akımdır.
    Varoluşçuluğun dört temel fikri savunduğunu söyleyebiliriz:
    1. Varoluş her zaman tek ve bireyseldir.
    2. Varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşımaktadır. Dolayısıyla varlık anlamının araştırılmasını da içerir.
    3. Varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar paritesidir. Kişi özünü yönlendirebilir.
    4. İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir “dünyada var olma”dır. Bir başka deyişle, insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.

    Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden işe başlamamız gerekiyor sanırım. Bu sözcük, varoluş” (existence) isminden, önce “varoluşsal” (existentiel) ve varoluşla ilgili “existential” sıfatlarıyla türetilmiş ve daha sonra “culuk” son eki eklenerek ortaya çıkmıştır. Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da ilkinliğini benimseyen bir kuramdır.
    Varoluşçuluk felsefesinde, bireyin varoluşunu anlayabilmesi esastır. Burada insanın kendini gerçekleştirirkenki güvensizliği ve güçsüzlüğü ön plandadır, bireyin varoluşu rastlantısal olarak ele alınır. Sadece bu cümleden yola çıkarak bile bu düşünce hakkında şunu ifade edebilmek mümkündür: Güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insanın ölüme mahkumluğu, yaşadığı hiçliğin karşısında insanın varoluşu, toplumsal bağlantılar arasında kaybolmuş bireyin özgürlüğünün sınırlarındayken kendini bulma çabası ve bütün bunların sonucu elde edeceği olumlu veya olumsuz davranışların bütünü varoluşçuluk felsefesinin temelini oluşturmaktadır.
    Kitlesel yığınlaşma içerisinde birey gittikçe kendi özelliğinden, kendi kişisel özgürlüğünden çözülme, kopma durumuna geçmektedir ve topluluk içinde sıradan bir insan olup kaybolmaktadır.Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya gelir, oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya bir büroya geçer. Bireyin sürdürmüş olduğu yaşam artık kendi yaşamı bile değildir aslında bir manada. İşte bu gelişme ortasında varoluşculuk felsefesi kendini geçerli kılar.
    Bu felsefenin getirdiği sınırsız subjektiflik, bireysellik, topluluk düşmanlığı, özgürlük... Bütün bunlar yığınlaşmaya karşı bu protesto açısından dile getirilen sesler olarak ele alınmalıdır. Bu protestonun bağlamında verilen mesaj adına şu cümleyi kullanmamızda bir beis yoktur: “İnsanın kendi kendini yitirdikten sonra, bütün dünyayı ele geçirse neye yarar ki?”. Bu düşünceden ötürü, varoluş felsefesi esasında kısmen bir bunalım felsefesi olmuştur. Yeni bir dizge kurmak istememektedir, hatta tersine insanları karar verme durumuna getirmek istenmektedir, yeni ve farklı bir tavırdır bu. Çağ yeni bir biçimde açıklamak istenmemektedir, o yargılanmaktadır. Sakinleştirmek değildir burada amaç, ürkütmektir. Herhangi bir sentez de söz konusu değildir, “ya o-ya da o” karşısında birey yalnız bırakılmaktadır. İşte bundan dolayı, geçen yüzyıldaki devrimin bunalım zamanında doğmuş olan bu felsefe, yine son iki dünya savaşından sonraki bunalım zamanlarında böylesine güçlü bir etki yapmış, güçlü bir felsefe akımı olmuştur. Zira zihinsel ve duygusal travmaların zirve yaptığı bir zamanda birey bunalımsal davranışı, düşüncelerin kompleksliğine tercih etmez mi zaten?
    Varoluşçuluk, bir bakıma insanın dünyaya atılması ve bir başına bırakılmasının felsefi psikolojisi olduğundan varoluşçuluğun genel görünümü fenomolojik çerçevede hayli dağınıktır. Birey hayatını devam ettirme ve sosyal çevrede kendini kabulettirme gibi noktalarda, kendini ayakta tutma mücadelesi içinde, derin ve insanlığın paydasını konu edinen değerlere karşı tutumu tavrı öteye aktarılan sürekli bir sorun olarak görülegelmektedir.
    İlkesel olarak bu felsefeyi dört parçada ele alabiliriz:

    1. Varoluş Özden Önce Gelir

    Tanımsal açıdan diyebiliriz ki her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelmektedir. Gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gereklidir. Burada öz, varoluştan önce gelmektedir. Bunun gibi, insanı tanrının yarattığına inanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı şeklinde ilginç bir sonuca varabilirler. Tanrıtanımazlar için ise bu durum daha farklıdır. Onlar, bir nesnenin varoluşunun gerek koşulunun nesnenin kendi fikirleri ile uygun düşmesi olduğunu ileri sürmektedirler. Varoluşçuluk felsefesine göre ise insanda -ve sadece insanda- varoluş özden önce gelmektedir.
    Varoluş, özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; “insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur.”. Birey bir bağlamda kendisini yaratmaktadır, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerinin ve toplumunun el verdiği ölçüde kendine biçim verip kendi kendini oluşturur. Bunun sonucu olarak toplumsal hiyerarşiye de bir nebze karşı çıkmış, amacına da kısmen karşı çıkmış olur.
    “Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.” (
    Jean-Paul Sartre, Action, 27 Aralık 1944).
    Elbette birey, kendini insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özünü yaratamaz; ancak, kendine özgü olan, başka hiç kimsede bulunmayan bireysel özünü seçebilir. Bizim doğuştan ve özgül özümüz -“hayvan”-ve-“insan”- biz olmadan belirlenmiştir; biz insanız, bu kadar, bitti. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli bir belirsizlik gösterir: "Bizler insanız, ama hangi insan olacağız?". İşte ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır.



    Bununla birlikte, seçme olanağının yeri yine de önemlidir. Bunu anlamak için, başlangıçta eşdeğer olan bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan haricinde, içinde olduğumuz sınıfı, boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham veriler karşısında takınacağımız tavır bize bağlıdır. Bir işçi, bütün varlığı ile sınıfı tarafından koşullanmıştır ancak arkadaşlarının durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık duygusu içine düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak ve tanıtmak yine onun elindedir. Dolayısıyla günümüz gençlerinin sıkça kullandığı ‘’Böyle bir hayatı ben seçmedim ki!’’ tavrının da bu bağlamda bir geçerliliğinin olmadığı açıktır.

    2. Sınırsız Özgürlük

    Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en küçüğünden tutun da en büyüğüne, saptadığımız ereklere kadar, seçmesini kendimiz yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin çeşitliliği yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından gardrobunun eksiklerini tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek bir kazaya karşı yedek akçe olarak saklanmakla, kimi taraftan da eğlence yerlerinden de harcanarak kullanılır. Seçme, düşünüp taşınmaya bağlı değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir.
    Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da hiçbir şey kaybolmuş sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda etmektedir. Bu yüzden, ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün özgürlüğünü arkasında sürükler.
    Varoluşa ilk vardığımızda ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğü de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçüde, ereklerimizi de seçmeyi sürdürürüz; çünkü özgürlük, bizim varoluşumuzun özüdür aslında. Herhangi bir özel seçme dolayısıyla, daha önce yapmış olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun sonucu olarak, ona uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak karşılanabilir. Nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek hakkımız tabii olarak vardır. Çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan erekleri de biz karara bağlamaktayız.

    3. Sorumluluk

    Bu kuramın belki de en önemli temsilcisi olan Sartre, düşünceyi ve özgürlüğün kaçınılmazlığını, «İnsan özgürlüğe mahkûmdur» sözüyle dile getirmektedir. Hangi şart altında olursak olalım biz özgürüz ve kendi kararlarımızla hayatımızı yaratırız. İçinde bulunduğumuz belli bir duruma karşı alacağımız tavır, bizim gelecek hakkındaki tasarımızla yani projemizle anlam kazanır; davranışımız da bu tasarımıza uygun olarak ortaya çıkar. Tüm özgürlük, tüm sorumluluğu getirir.Sartre’a göre insanın sorumluluğu, sağduyuya kalırsa, özgür olarak seçebildiklerinin çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir: ne kişisel iç etkenliğimiz, ne de dışımızdaki olaylar.

    4. İç Sıkıntısı

    Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu nedenle, sıkıntı ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard’ın yaşantısında ve düşüncelerinde ya da bir G. Marcel’in yazılarında tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüye inanırsa, işlemiş olduğu günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden daha çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı, seçmelerimizin kapsamından doğar.
    “Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu kuralı bir davranış kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten kurtulurlar.” diye düşünür; bir pişmanlık ve dindarlık yaşantısını seçen bir Hıristiyan, aklını yönetme tasarısı kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen Epikurosçu, kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir güvenlik içinde yaşarlar.


    Varoluşçuluk felsefesi ile ilgili tavsiye birkaç kitap:
    • Yeraltından Notlar-Dostoyevski
    • Karamazov Kardeşler-Dostoyevski
    • Yabancı - Albert Camus
    • Düşüş- Albert Camus
    • Dava - Franz Kafka
    • Varlık ve Hiçlik - Jean-Paul Sartre
  • sözlükte seviyeyi çok yükselten felsefi akım. Duygulandım.
  • yokluğa düşen insan zihninin sığındığı felsefi yordam.
  • (bkz: varoşçuluk)