saliha malhun

  • Saliha Malhun, 1977 yılında Erzurum'da doğmuş ve Hukuk eğitimini yarıda bırakmış, ilk romanını 19 yaşında yazmış, birçok şiir ve denemeleri ödüller almış, annem sayesinde yeni keşfettiğim ve paylaşmak istediğim değerli bir yazar.
    normalde sanatalemi.net sitesinde "Tasavvufi Hikayeler ve Denemeler" kaleme almakta imiş. lakin site şu an askıda.

    benim hayran kaldığım ve ilk okuduğum yazısı ise şöyle:

    İçimde bir gizli hüzün var…
    Sebebi ne bilmiyorum. Yazılarım neşredilecek.... Sanki bana ait olmayan dağınık bir takım nesnelerden bahsediyorlar. Onlara anlatsam da anlamayacaklar… Ben daha yazmadım ki… Taşımı bulamadım, gizimi bulamadım, sırrımı bulamadım henüz… Sırrım bir taşta biliyorum. Yazılarım, aradığım kelime iksirleri o taşın içinde gizli. Çocukluğumdan beri beni çağıran garip bir sesin peşindeyim… Bu yüzden arkama bakmadan sadece yazıyorum. Bir nevi kelime toprağında eşelenmek benimkisi… Geriye avuçlarımla ne fırlattığımın farkında bile değilim… Belki de ben bir taş içindeyim. Sesim, sözüm, sırrım taşın içinde. Kendime bakan bir ayna misali üzgünüm… Bazı şeyler kendi anlamları dışında bir şeyle ifade edilemezler. Ben soğuk sert taşlar gibiyim; kendi içimi açıp giremedim. Bitmeyen kışlar gibiyim; aşk ateşiyle yanmadı özüm… Bir gölge kadar yalnız, kendine bakan bir aynayım sadece…
    Buradayım…
    Ayın geceye girmesi gibi içine giriyorum taşın… Amber renginde bir mağara sanki… Her yer taşlarla kaplı… Papirüs, mermer, taş, kağıt, kelime, kül, imge, işaret… İçimde bir gizli hüzün var … Bir gölge kadar yalnızım taşın içinde… Çoktan kapanmış bir çağın kalıntıları arasındayım belki de. Hafızamda olup biten bu görüntüler de ne? Üzerine kelimelerin ışığı düştüğünde kendimden daha büyük bir gölge görüyorum… Kullanılmaktan yıpranmış kelimeler suskunluk denizine dökülüyor. Soğuk, sert taşlardaki yüzüme, hafızama yansıyor. Kendime bakan ayna misali kelimeleri ufalayıp atıyorum savruk yazılarla… Oysa ben ışığın yansımasını değil, gerçeği istiyorum. O gerçeği bulduğumda kimse bana ödül versin de istemiyorum… Eser, kitap isterseniz hepsi sizlerin olsun…
    Ben bir taşı arıyorum.
    İçimde bir gizli giz var…
    Taşın hafızası bulanık seyrediyor hafızamda. Bana neler oluyor? Bu donuk, titrek yansımalar da ne? Bütün yazarlara olur mu bu? Gölgelerdeki bu resimler, kokular, derinliği olmayan bu nehirler de ne? Ben, her bakan gözün kendinden bir mana ve şekil kattığı bir göz müyüm yoksa? Hatlarını, ifadelerini kaybetmiş bu kadar yüzü nereden tanıyorum Allah’ım? Bu kadar hikayesiz yüz kendini bulmak için nereden düşmüşler peşime? Ben bilmediğim şeyleri nasıl biliyorum? Gölgelerde gizli giz gibiyim… Soğuk sert taşlar gibiyim… Bir taşın suskunluğunda, ayazda kalmış bir kuş gibi yüreğim…
    Gölgelerde gizli bir gizin içindeyim…
    Parmaklarım taşın içinde gezinirken hayretle seyrediyorum. Parmakları bir ağacın kökleri gibi taşa geçmiş bu yaratık, içine doğru gitmekten başka ne yapabilir ki? Geçmiş ve geleceğin kesiştiği bir zamansızlıkta parmaklarımın gücü bir tek karanlığa kelimeler yazmaya yetiyor. Ben bir taşın suskunluğunda, yalnız kendine bakan bir ayna misali ayazda kalmış bir yüreğim…
    Ayazda kalmış bir yüreğim…
  • GEMİN HANGİ LİMANDA?

    Ne zaman ay düşse göklerden denize
    Hep seni hatırlarım...
    Ne zaman inceden inceye yağsa bir kar
    Ne zaman iskeleye yanaşsa bir vapur
    Hep sana gelmek isterim…
    Ne olur söyle dede;
    Gemin hangi limanda?
    Hangi limanda gemin?
    Bugün sana geliyorum dede. Bilsen nasıl sevinçliyim. Bilsen nasıl kıpır kıpır yüreğim. İnce ince yağan bu kar ne güzel... Kar iyi ki var… İyi ki yağıyor… Yoksa nereden alırdı rengini o güzel sesin? İnce ince yağan bu kar ne güzel… İyi ki var bu kar… İyi ki yağıyor dede…
    Ne tuhaf, insanlar ne kadar da karsız…
    Ne tuhaf, insanlar ne kadar da ıssız…
    İnsanlar ne de sensiz…
    Hepsi seni bulsun isterim...
    Ama bilmiyorlar ki dede
    Gemin hangi limanda?
    Bilmiyorlar, hangi limanda gemin?
    Ben, denizi boşaltmak için her gece dağlara su taşırken gemimle… ve her uyuduğunda ay gökyüzünde, nedense Hz. İbrahim’i hatırlardım. Bu ay derdim, yalnızlığını bunca bilirken ve bunca bilirken ıssızlığını, ben nasıl farkında değilim. Bu ay bilirken bu kadar yalnızlığını, nasılda yıldız ve feleklerle birlikte sema edip dolanır? Bu ay ne zaman düştü denize ve ben onu çıkarmak için ne vakit başladım boşaltmaya bu denizi hatırlamıyorum. Fakat bir gece ay uykudayken birdenbire denize düştü ve kayboldu göklerden. Sonra öğrendim ki ay, senin nurlu yüzünde her gece yarısı namazla birlikte doğarmış.
    Ne tuhaf, insanlar ne kadar aysız…
    Ne tuhaf insanlar ne kadar yalnız…
    Hepsi de ne kadar sensiz
    İsterim hepsi bulsun seni
    Ama bilmiyorlar ki dede
    Gemin hangi limanda?
    Bilmiyorlar hangi limanda gemin?
    Hem, onlar bilmiyorlar ki dede, aysız olduklarını… Onlar bilmiyorlar ki dede, karsız olduklarını. Onlar bilmiyorlar yalnız olduklarını. Çünkü onların çevresinde hep birileri var. Dostları, hayranları, kitapları, anne- babaları, dayıları, alayları… Onlar hep birileriyle beraberler. Onlar için hayat, kendilerini, gelecekteki kendi kıyılarına vurmak üzere içine koyulup denize atıldıkları bir cam şişe hükmünde. Onlar için hayat; kendi kendini taşıyan bir gemi gibi en sonunda yanaşır ölüm sahiline. Onlar bilmiyorlar ki dede ölümsüz olduklarını. Onlar bilmiyorlar bu gemiyle nereye vardıklarını? Onlar için hayat; durgun suya atılan bir taşın sudaki halkaları gibi genişler ve dalga dalga yayılır. Küçük bir azar ve kaş çatış bile zamanla gönül ummanında çalkalanıp kayıplara ulaşır…
    İnsanlar ne de kayıp
    İnsanlar ne de yalnız
    Hepsi ne kadar sensiz
    İsterim hepsi sana gelsin
    Ama bilmiyorlar ki dede
    Gemin hangi limanda?
    Bilmiyorlar, hangi limanda gemin?
    Ne zaman yalnız bir yıldız görsem gökyüzünde
    Yusuf’un gördüğü o rüyayı hatırlarım. Hani bir gece yıldızlar gökten düşmüşlerdi ya denize? Rüyam deniz, deniz kabus olmuştu gecelerimde. Ben, kuyudan Yusuf’u, denizden ruhumu çıkarmak için her gece su taşıyordum dağlara gemimle. Sen, beni bulmak için ağlayıp dualar ediyordun Yakup Peygamberin yaşlı gözleriyle… Dede… Ne tuhaf kuyulara sığarda bir Yusuf, sığmaz albümlere bizim hayatımız… Rüya, kuyu, zindan ve yıldız… Ne tuhaf… Sığmaz albümlere rüyasız, kuyusuz, zindansız ve yıldızsız hayatımız… Yıldızlar… Yıldızlar nerede dede? Yeşil sarıklı bir kuyruklu yıldız ne zaman doğar seherimizde? Dalgalar vurur mu kıyıya cezbe ile… Ve bir sabah, bir kayıkçı belirir mi iskelemizde?
    İnsanlar ne kadar yıldızsız
    İnsanlar ne kadar rehbersiz
    Hepsi ne kadar sensiz
    İsterim hepsi sana gelsin
    Ama bilmiyorlar ki dede,
    Gemin hangi limanda?
    Bilmiyorlar hangi limanda gemin?
    Ne zaman elime bir kalem alsam, kendimi Hz. Davud’a verilen emrin içinde sanırdım. Ben… Ben ne zaman Meryem oldum bilmiyorum dede. Ne zaman patladım bir kuyruklu yıldız gibi Yahudi kralının göklerinde! Bir Meryem mahcubiyetinde eğilirken başım önüme, zaman bir ejderhanın alevden nefesiyle yüzümü kavurur. Pencereme konan bir serçenin kanat sesinden bile ürkerken, ilhamat bir Cebrail kanadıyla beni sonsuza savurur. Benim kelimelerim işte böyle dökülürken suskunluk denizine... Senin yazıların, ak elleri suya değmeden yazı yazan Hz. Zekeriya peygamber gibi arşivler dolusudur. Ben… Ben bu çağa ne zaman düştüm bilmiyorum dede. Fakat senden öğrendim kalbimin kendimden sakladıklarını. Sen her sabah el değmemiş bir huzur ve mutlulukla yüreğime konuk oldun. Odam, ruhum, dualı nefesin koktu. Odam sen koktu… Selamlar sen koktu… Kelamlar sen koktu… Kelimelerim sen koktu…
    Yazım, avazım senden bir ülfet
    Sadece himmet…
    Hey!
    Beni yazar sananlar
    Yanıldınız!
    Yanıldınız!
    Bugün sana geliyorum dede. Hep yanında kalacağım. Bilsen nasıl sevinçliyim. Bilsen nasıl kıpır kıpır yüreğim. İnce ince yağan bu kar ne güzel... Kar iyi ki var… İyi ki yağıyor… Yoksa nerden alırdı rengini o güzel sesin? İnce ince yağan bu kar ne güzel… İyi ki var bu kar… İyi ki yağıyor dede…
    Ne tuhaf insanlar ne kadar da karsız…
    Ne tuhaf insanlar ne kadar ıssız…
    İnsanlar ne de sensiz…
    Hepsi seni bulsun isterim
    Ama bilmiyorlar ki dede
    Gemin hangi limanda?
    Bilmiyorlar
    Hangi limanda gemin?
    Bilmiyorlar
    Hangi limanda…
    Bilmiyorlar…
    Bilmiyorlar…
  • Aynada bir sokak yalnız erimiş
    Belki bir zambak ülkesi masal perisi
    Gülümsüyor alabildiğince mavi
    Kalbimde duyduğum ses
    Sen hâlâ o martısın diyor
    Deniz içmek istiyor gözlerim
    Şimdi bir yağmur yağsa sokağa
    Yağmur içmek istiyorum
    Belki ıslak bir kitap bulabilirim denizde
    Harfleri içebilirim..,
    Belki de serin bir taş duvara yaslarım başımı
    Sesimi duyarım geçmiş zamandan
    Belki de yaşamak yalnız bir hâyâl
    Sevmek şimdisiz, yarınsız ve dünsüz
    Bir boşluktur sadece büyür yürekte
    Bir yürek, bir dağ ve bir kuş masalı hep vardır
    Meleğin sesidir, buğday tanesinin eğilmiş başı gibi
    Bir taş merdiveni boyuna çıkar gibi
    Bu bir zambak ülkesi
    Hep beni bekliyormuş
    Hep beni özlüyormuş
    Saliha MALHUN
  • Sen yoksun İstanbul’da,
    Kaşgari Dergâhı’nda oturdum yine… Dergâhın serin kurnalarında yanan kalbimle birlikte yüzümü yıkadım. Eyüp sırtlarından şehri dinledim. Burada mezarlar gökyüzünde sanki. Elimde not defterim var. Bir şeyler karalamam gerek ya gazeteye… Kavuklu, eski mezar taşlarına bakıyorum. Ne anlatıyorlar bana bilmiyorum. Nerden geldim, bilmiyorum… Nereye gidiyorum, bilmiyorum… Bu dünyaya ait değilim… Ama toprağa karışacak kadar da hazır hissetmiyorum kendimi. Hadi, beni bağrına al, sonsuz diyarlara götür diyemiyorum. İnsan, bu dünyada nerede olduğunu bilemeyecek kadar yalnız olabilir mi? Bir an… Sadece bir an bu taşlara bakınca unutuyorum. İçimi bayıltan acı bir lezzet bu… Ben bu duyguyu aslında seviyorum…
    Sen yoksun İstanbul’da,
    Yine o güzel, o ılık rüzgâr esiyor. Sanki gökyüzünün bilinmedik bir yerinden esiyor. Sadece, yetimlerin, kimsesizlerin hissedebileceği bir rüzgâr bu… “Sen hiç değişmeyecek misin?” diye soruyorsun biliyorum. Bilmem ki… Galiba benim ömrüm hep böyle geçecek… Hep yaralı… Hep yarım… Hep kimsesiz… Üstelik ben de en az senin kadar anlamaya başladım kendimi. Bu dünyanın ne sefası, ne vefası, ne parası, ne pulu yaşatamıyor beni. Bir tek sevgi… Bir damla sevgi istediğim…
    Ama sen yoksun İstanbul’da,
    Aşk… Ne garip bir kelime... Korkuyorum ben bu kelimeden… Ürperiyorum âşıkların ismini işittiğimde bile… Aşk insanı öldürürmüş diyorlar. Peki, bugüne dek benim ölüp ölüp dirilmelerim nedendi? Kendimi savunmasız bırakmam?
    Biliyor musun?
    En sevdiklerim bile hep öldürmek istediler beni..
    Dostlarım, ya da dost görünenler, elimi verdiklerim hep kör bir kuyuya attılar, uçurumdan yuvarladılar…
    Her defasında öldüm ben…
    Sonra tekrar dirildim…
    Ne garip, kendimden çok cellâtlarıma acıdım…
    Karşımda kanlı gözlerle bakan mahcup gözlerini öptüm, kendi cesedimi ve delillerini kendi ellerimle yok ettim. Onlar için başka hayat tarzı yoktu. Sadece öldürerek var olabileceklerine inanıyorlardı. Başka bir limanları, sığınakları yoktu. Ben kimsesiz kalpleri kendime sığınak yaptım...
    Sen yoksun İstanbul’da,
    Kediler de benim gibi mahzun.
    Her gün işe giderken gazetenin bahçesindeki hasta kedi gibi bakıyorum taşına…
    Sadece küçücük bir şey…
    Sadece küçük bir şey…
    Küçük bir şeydi bana verdiğin…
    Öylesine masum…
    Öylesine tozpembe, uçucu bir şeydi…
    Bir ömür ardınca koştuğum sır;
    “Başını okşayıp, yemek verdiğim hasta kedinin hissettiği şeydi”
    Sen yoksun İstanbul’da,
    Şimdi bir yağmur başladı burada
    Herkesi ıslatan bir yağmur değil bu…
    Sadece yaralıları ve kimsesizleri ıslatan bir yağmur…
    Bilirsin yaralı yaşanmaz bu dünyada…
    Ağlıyorum…
    Mezarları gökyüzünde olan bu şehirde
    Kimsesizliğin sırtlarında sensizliğe yağan hazin damlaları seyrediyorum…
    Çünkü sen yoksun…
    Sen artık yoksun İstanbul’da…
    ( Beni Yokluk Isırdı Romanından)
    Saliha MALHUN
  • BURSA'DA İKİNCİ ZAMAN

    Şehir, kendisiyle konuşması bilene çok şey anlatır.
    Tophane sırtlarından şehre bakanların farkında olmasa da o neftî buhur içinde seyrettikleri ikinci bir zaman vardır. İsa’dan önce 1300’ler Prusa’nın elmas kalbi İnkaya’dan çıkan köfeki taşlarının kollarıyla şehri sarıp sarmaladığı yıllardır.
    Olympos; eski Yunanlıların Tanrı Dağı olsa da Mysia Olympos’u, yani Uludağ tanrıya yakın olanların, yâni münzevîlerin dağı olmuş târihi boyunca. Şehrin üstündeki o neftî buğu içinde salınan mazisine bakanlar hâlâ duyabilirler her sabah şarıl şarıl akan dereleri, saka kuşlarını ve bülbülleri. Her sabah Kostantinopolis’e gitmek üzre yola çıkan kervanları, çamaşır yıkayan kadınları, şehrin kubbesinde yankılanan çocuk seslerini ve akşamüzeri dönen koyun sürülerinin çıngırak seslerini duyabilirler hâlâ. Tahta Kale o günde dağ ve ova köylülerinin erkenden tezgâhlarını açtığı Pazar yeri.
    Şehrin gündüzü kadar gecelerini de görmek mümkün o neftî buhurlukta. Ne ki şehrin ışıklarını kaparcasına gözlerini yumarak içine açanlar her gece Prusa’nın üzerinde ışıldayan Yedi Kandilli Süreyya’yı ve Venüs’ü hatta Samanyolu’nun en uzak yıldızlarıyla bütün gece yoldaş olabilirler.

    Hazret-i İsâ’nın yeryüzüne teşrifinden iki yüzyıl evvel kurulmuş bu şehir. Ne tuhaf... Kartacalı Annibal şehre sığınmakla kalmamış adeta âşık olmuş Prusa’ya. Şehri karış karış arşınlayıp ölçüp biçmiş, onu ilk defa yapılandırmış aklını ve kalbini tekrar bu şehirde yeşertmiş.

    Antik Yunan aklından ve medeniyetinden uzaklaşan Romalıların gitgide bir vahşet sürüsüne dönmeleri mukadderdi. İşte şuracıkta bir yığın köy hiç biri de şehrin tekfurundan memnun değil. Kostantinopolis’e doğru dizilen ipek ve şarap kervanlarının başına kim bilir yine neler gelecek. Mallarının ve sürülerinin yarıdan fazlasını tekfurluk hakkı olarak alan bu zalimlerden halk kime sığınacak? Adalet yalnızca güçlülerin elinde ve onlardan yana iken hikmet tahtında bir adalet ne vakit kurulacak?

    Bir şehrin kuruluşunu yahut kurtuluşunu işte bu noktada aramak lâzım. Bir şehir ki kendi askerleri tarafından yağmalanıyor. Ne hayatı, ne ırzı ne de malı mülkü emniyette. Fethin ve fütuhatın kokusunu şimdi daha yakından duyabiliriz. Selçuklu sultanlarının, uç beylerinin hâkim oldukları yerlerde nasıl huzur ve adalet getirdiklerini şimdi rahatça müşahede edebiliriz.

    Halkın sevgilisi, çevre tekfurların ise korkulu rüyası olan Türkler yakında Prusa’yı fethedecekler. Çok uzakta değil, şuracıkta Osmanlı’nın ilk başkenti Yenişehir’in en derininde bir köyde Yarhisar’da yeşerecek fütuhat ruhu…

    Saliha MALHUN